her zaman denize, karşıda görünen binaların önünden bakıyordum. içinde dahil olduğum bir ses, bir kalabalık vardı ve ben nerede olduğumu, o sesi bilmiyordum, farkında bile değildim; geçen arabanın sesinin, konuşan, gülen, ağlayan insanların. farkında olduğum tek şey doğanın sesiydi. rüzgâr yüzüme vuruyor, dalgalar seslerini çarpıyor, martılar ise bağırıyordu ancak ben yine de ne duyduğumu fark etmiyordum.
fark etmediğini fark etmemek... umutsuzluk bu sanırım; içinde olduğun duruma bile yabancı olmak, yabancı olduğunu bile anlayamamak.
doğa güçlü, her koşulda sesini çıkarabiliyor ama insan değil, içinde bulunduğu durumu anlayamıyor. zaten varolmak kaygısı da günlük hayatta böyle çıkıyor. semptomlarımız bu yüzden. aslında insan da doğanın sesini çıkardığı gibi kaygılarıyla kendini yokluyor ama biz o kadar yabancı oluyoruz ki, o yoklamayı dahi anlayamıyoruz. kıvranıp duruyoruz içinde ve yaş 70(!) oluyor, ölüyoruz.
ve ben bu sefer öteki taraftan baktım. yönüm denize değil şehre doğruydu. olduğum yer ne kadar dingin, ne kadar sakindi. şehir; 7/24 içinde olduğum yer, bir o kadar da gürültülü. uzaktan, sanki suyun altındaymışım gibi duydum sesleri; boğuk. ama bu boğukluğa rağmen ilk kez o sesi fark ettim. içinde değildim çünkü.
boğukluğu üstün körü dinledim... yeterince dinlesem, kulak versem, belki bu sefer gülen insanları, araba seslerini fark edebilirdim.
sonra kendi boğukluğumu düşündüm, bilmediğimi bile bilmediğim neler vardı kim bilir... aslında doğada olduğu gibi, boğukluğa, içimdeki kaygının sesine kulak versem, anlayabilirdim belki ne söylemek istediğini/mi. gizini açmak bu galiba. terapi de böyle bir şey. diğerinin gözünden kendine bakmak. o boğukluğun gizini açmak ve tek tek ne söylüyor dinlemek. kendi boğukluğumuza bakış...
"görüşümüz neyi, nerede gördüğümüze bağlıydı. gördüğümüz şey de, zaman ve yer içinde bulunduğumuz duruma bağlıydı." diyor #berger.
anlam ve varlığa katılmak, bakış böyle bir şey.